Vakıf kavramı, kaynaklarımızda; “Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip, aynını Allah’ın mülkü hükmünde temlik ederek, bir başkasının temellükünden ebediyen men etmektir” diye tarif edilmektedir.
İslâm tarihinde bilinen ilk vakfın, Hz. İbrâhîm (as)’ın Hacc yollarını düzenlemesi, Zemzem kuyusunu inşa etmesi ve Kâbe-i Muazzama’yı tamir ederek vakfetmesi olduğu kabul edilir.
Medîne’de sahip olduğu yedi arazisini ve daha sonra Fedek ve Hayber hurmalıklarından hissesine düşeni vakfeden Resul-ü Ekrem (asm) ve onu takip eden başta Cihar-ı Yâr-ı Güzin efendilerimiz ve diğer seçkin sahâbiler vakıf müsesesesini öylesine ihya etmişlerdi ki, Hz Câbir (ra) onları: “Ben muhâcir ve ensârdan mal ve güç sâhibi bir şahsı bilmem ki, bir vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın” diyerek tarif etmektedir.
İmam-ı Şâfiî Hazretleri vakıflar için; “Bu müesseseler İslâm’a mahsustur, câhiliye döneminde vakıf yoktur. Zira o devirde husule getirilen eserler, Allah’a yakınlık maksadıyla değil, sırf övünme gayeli yapılmış şeylerdir” der.
“Sevdiklerinizden infâk etmedikçe hayra eremezsiniz!” âyetinin verdiği coşkuyla şekillenen gönüllü teşekküllerin hamurundan İlâhî rızâ unsuru çıkartılırsa, câhiliye devrine dönülmüş, felâket ve helâket başlamış demektir.