Millî kültürümüzün temelini teşkîl eden eserlerimizin hemen hemen tamamı, Osmanlıca’dır. Halbuki yeni neslimiz, kim bilir hangi dedesinden kalmış bir kitap veya eski bir tapu senedinin, bir paranın, bir çeşme kitâbesi, tarihî bir çarşı girişi ya da belki her gün altından geçtiği üniversite giriş kapısında yazılı olan Osmanlıca metnin, gerek muhtevâ, gerekse estetik zevkini yudumlama imkânından ne yazık ki mahrûmdur.
Üzerinde güneş batmayan koca bir cihân devletinin dayandığı sırrın perde arkasındaki çağ açıp çağ kapayan bir kültürün mirasçılarının, birkaç yıl değil, asırlarca tüm dünyayı adâlet ve şefkatiyle avucuna alan ve ışık saçan o güzelliklerin hayret-engîz altyapısını araştırma zarûreti ne kadar açıktır.
Bizden sonraki nesillere millî kültürümüz adına köprü olabilme mes’ûliyetimiz bir yana, sadece san’at noktasında dahi uzak kaldığımız bu mirasın, birçoğu üslûb sahibi ve kendi başına ekol olan güzîde hattatlarımızın göz nurlarıyla bir dantelâ gibi işledikleri o kıymet biçilemeyen cânım eserlerinden niceleri, artık yabancı müze ve koleksiyoncuların en mu’tenâ köşelerini süslemektedirler.
Oysa ki kendi memleketimizde ecdâdımızın bizlere birer emâneti, birer yâdigârı olan ve bir kısmı, aylar süren çalışmalarla ancak hazırlanabilmiş husûsî kâğıtlar üzerinde kâh eşsiz birer tabloya dönüşen veya bazen pirinç bir levha ya da mermere asırlara meydan okurcasına kazınan, bazen de uğruna gözünü bile kaybetmek bahâsına bir câmi’ kubbesine ilmek ilmek işlenen ve akıllara durgunluk veren hat san’atınumûneleri bugün, apayrı ve şaşılacak bir kadirbilmezliğin incitici yalnızlığına terkedilmişlerdir.
Ecdâdımızın her zaman şeref duyduğumuz bin yıllık şânlı bir tarih koridorundan bizlere armağan ettikleri sayısız güzîde eserler bugün fikrî boyutta da çoğumuza, maal’esef bir turiste olduğu kadar uzak, anlamsız ve yabancıdır.
Değil mâhiyetlerinden, varlıklarından dahi habersiz olduğumuz milyonlarca taş baskısı ya da birçoğu sahasında otorite olmuş ve hâlâ bu vasfını koruyan el yazması nâdîde eserler, üzücüdür ki bu gidişle çürümeye mahkûm gözüktükleri kütüphânelerin tozlu raflarından, himmet ehli kişilerce gün ışığına çıkarılacakları günü beklemektedirler.
Buna rağmen ne gariptir ki, tamâmen bize âit olan ve günümüzde artık Osmanlıca olarak ta’bîr edilen Târihî Türkiye Türkçesi’ni bir yazı dili olmaktan öte, ayrı bir lisân zannedenlerimizin sayısı maal’esef hiç de az değildir.
Ve yedi asır cihâna hükmetmiş bir milletin çocukları, artık önüne konulan çevirilerin dışında, atalarının bugüne kadarki kültür birikiminden istifâde edememektedirler. Bu çevirilerin birçoğunun eksik ya da hatâlı olduğu ise ayrı bir vâkıadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde, yüzlerce kişilik kadroyla yıllardan beri, üstelik sadece belgelerin tasnîfine yönelik ve daha çok yıllara muhtaç çalışmaların da gösterdiği gibi, her biri başlı başına birer değer olan bu güzîde eserlerin, tarihî metin ve evrâkların teker teker şimdiki yazıya çevrilmesine ne yeterli sayıda teknik elemanımız vardır, ne de zaman buna müsâittir.
Şu halde günümüz gençliğinin hissesine, dedelerinin birkaç bin sene önceki kültür mirasını rahatlıkla okuyup anlayabilen diğer milletlere, imrenmek mi düşüyor?
Neden biz de kendi çocuğumuza, araştırdığı herhangi bir mevzu’da, ecdâdının birikimine birinci elden uzanabilme imkânını tanımayalım? Çok boyutlu bir altyapıya sâhip ve tarihine yabancı kalmamış, büyüklerine sevgisini ve saygısını kaybetmemiş bir nesil, geleceğe daha ümidle bakmamızın bir te’minâtı değil midir?
Üzüntüyle belirtelim ki, batılı araştırmacıların hem konuşma dili cihetiyle Türkçe’yi, hem de bir yazı dili olan Osmanlı Türkçe’sini öğrenerek yaptıkları derli toplu araştırmalardan, bugün Osmanlı’nın torunlarından ancak İngilizce bilenler istifâde edebilirken, bilimsel çevirileri (!) yapılan bu yabancı kaynaklar da, ne gariptir ki, bir sokak ötedeki kendi millî kütüphânelerimizi referans göstermektedir.
Gönlünde millî harstan, kültürden bir nebze olsun hissesi bulunanların, içinde bulunduğumuz bu vaziyete üzülmemesi mümkün değildir. Osmanlıca’yı öğrenmek, öz yurdunda kendi kültürüne yabancı kalmış bir neslin vicdânmuhâsebesinde, ecdâdına ve tarihine karşı va’desi çoktan dolmuş bir fikir borcudur.
Hayrât Vakfı, sorumluluğun îfasına katkıda bulunmakve zengin tarihî mirasımıza sahip çıkmak maksadıyla bir çok merkezde Osmanlıca Kursları açmakta ve bu faaliyetlere katkı sağlamaktadır. Bu kursların en geniş kapsamlısı, Kültür Bakanlığı ile Hayrât Vakfı arasında yapılan bir protokolle gerçekleştirilmiş ve binlerce vatandaşımız bu kurslardan sertifika almışlardır.